Aşk üzerine




AŞK  ÜZERİNE – 1 :

AŞK  ve  DOKUNMAK

 

Başlıktan anlaşılacağı gibi bu yazımız, gençliğimdeki “Arkası Yarın Radyo Tiyatrosu”na benzer bir yazı olacak. Ne yaparsın konu ağır olunca…

Seçim tartışmalarının yaşandığı günlerde zannedersem bu tartışmalardan sıkılan arkadaşların bir kısmı gündemi değiştirmek amacıyla “Aşk” konulu bir tartışma başlattılar. Konu biraz boşlukta biraz da otlukta salınarak gezinip yorularak durdu. Fazla ilgi görmemesini bir çok kişi “gereksiz bir konu olduğu için” diye yorumladı. Hatta “sırası mı şimdi bunun?” diyenler bile oldu. Bunlara göre “memleket elden gidiyormuş, aşk da neymiş!” Ben ise bunun nedenini de aşka bağladım. Daha büyük bir aşka duyulan ilgiye. Aşkın kategorileri arasında “vatan aşkı, evlat aşkı, sevgiliye duyulan aşk, doğa aşkı…” örneklerini çoğaltıp gidebiliriz. Bu aşkların büyüklüğünü/küçüklüğünü, birincil ya da ikincil olmasını toplumsal yapı içindeki etkisi belirler. Örneğin ormanın ne olduğunu bilmeyenlerin sayısı toplumda çoksa ormana duyulan aşkın etkisi de az olur. Buna benzer. Vatan aşkı, millet aşkı koca bir toplumu etkilediği için en büyük aşklar sıralamasında birinci sırada yer alır. Doğaldır bu. Bu nedenle “vatan aşkı ve millet aşkının” tartışılmaya başlandığı ve önem kazandığı dönemlerde diğer aşklar ikincil kalır. Bende bu sıralamaya uyarak o dönemlerde “insana duyulan aşk” olarak tanımlayacağım konu üzerindeki düşüncelerimi açıklamayı seçimden sonraya bırakmıştım.

Bu konuyu ele alışımın birinci nedeni bu ise diğer nedeni genç arkadaşlarımın beni bu konuda sıkıştırmalarıdır. Geçenlerde üniversiteli genç arkadaşlarla oturduk sohbet ediyoruz. Konu yakın tarihimiz. Bir ara sohbet gevşiyor. Bundan yararlanan T…, bana dönerek “Hocam siz aşkı nasıl tanımlarsınız?” diye soruyor. İlahi T…, bu da nerden çıktı şimdi. Öyle bir soru attın ki, çık çıkabilirsen işin içinden. Bunun sosyolojik boyutu var, psikolojik boyutu var, hatta felsefi, biyolojik, kimyasal ve etik boyutları var. Bir ömür yetmez açıklamaya. Nitekim nice bilim insanları kaç ömür vermiş de çıkamamışlar içinden. Bu uğurda kafayı yiyenler olmuş. Gençler bırakmıyor. “Olsun, iki üç yazı halinde üst üste yazarsınız” diye set çekiyorlar önüme. O zaman kaçışın olmadığını anlıyorum.

Sözlükler aşkı, güçlü sevgi ve bağlılık duygusu olarak açıklar. Günümüzün yaşayan felsefecilerinden Alaaddin Şenel’in tanımı ise şöyledir: “… aşk ise, cinsel gereksinimin doyurulmaması sonucunda duyulan yoğunlaşmış, çarpık sevgiden başka bir şey değildir.” (Bilim ve Ütopya Dergisi Temmuz 1998)

Bu giriş bu bölümün aşk konusunu da belirlemiş oluyor böylece.

 

AŞK ve DOKUNMAK!

Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Mem ile Zin, Romeo ve Jülyet… İnsanlığın aşk kültürüne girmiş hikâyelerdir bunlar. Her biri aynı zamanda ayrılığı daha doğrusu kavuşamamayı anlatır. Bu büyük aşk hikâyelerinde taraflar birbirlerine kavuşamadan ölürler. Aşkı yücelten bu birleşmeye duyulan özlem midir acaba? O zaman aşkı ulaşılamayan sevgiliye duyulan özlem olarak açıklayabilir miyiz?

Kerem ile Aslı’nın, Ferhat ile Şirin’in aşkı aşk oluyor da yanı başımızdaki komşu Fatma ile kasap kalfası Kemal’in yaşadığı aşk değil midir? Ya da sekreter Özlem ile Şoför Mehmet’in ki? Neden başlangıçta aşk olan bu duygular kavuşmadan sonra yok olmaktadır? Kimi sağlıklı bir sevgiye, kimi ise sessiz bir kabullenişe sürüklenirler. O zaman aşk kendini sevmek midir yoksa? Bir kendini bulma, kendi özüne dönme olarak açıklayabilir miyiz bu tutkuyu?

Adem ve Havva ile başlar “günahlar ve bedeller!” Ferhat’ta, Kerem’de, Mecnun’da aynı duyguyu daha doğrusu bireysel ihtiyaca duyulan özlemi görürüz aynı şekilde. Adem’i “yasak elma”yı yemeye, Ferhat’ı “aşılmaz dağları delmeye” iten nedir? Konuşurlar, görüşürler, gezerler… Nedir onları başkaldırıya, inada, isyana, direnmeye iten olgu? Bütün bunlar canlıların, cinselliğe/üremeye yönelik bir ilişkiye duydukları tutku olmuyor mu? Yoksa aşk insanın cinselliğe duyduğu bir tutku mudur?

Aşkı tanımlarken sevgi kelimesini kullanırız. Ama sevgiyi tanımlarken aşk kelimesine ihtiyaç hissetmeyiz. Sevgi kendi başına olabiliyor ama aşk öyle değil. Aşk sevgiye ihtiyaç hissediyor yani. Nedir aşkı aşk yapan sevgi? Kendini sevmek midir yoksa başkasını sevmek midir? Herkesin bu soruya düşünmeden “başkasını sevmektir” dediğini duyar gibi oluyorum. Bu doğruysa eğer neden aşk duyduğun kişiye kavuşamadığın için acı çekiyorsun? Gerçekten başkasını sevseydin o zaman kavuşamadığın için bu acıyı çekmezdin. Hatta âşık olduğun kişinin senden ayrıyken huzurlu olmasından mutlu olurdun. Oysa acı çekiyorsun, neden? Çünkü ona sahip değilsin, henüz senin değildir, sana ait olmamıştır. Ait olma yani sahiplenme vardır aşkta. Dokunma, temas bu sahiplenmenin, kendi aidiyeti içine almanın adıdır aslında. Bu da aşkın bireyci bir yönü olduğunu göstermiyor mu?

Oysa sevgi ne kendini tanımlamak için başka kavrama ihtiyaç hisseder ne de bir karşılık bekler. O zaman sevgi, karşılık beklemeden vermenin adıdır diyebiliriz. Bu yüzden insanlar aşk ve sevgi diye iki kavram üretmişlerdir. İki kelimenin kullanıldığı alanlar ve ifade ettiği ilişkiler farklıdır.

Beş yıl önce kaybettiğimiz, ülkemizin gelmiş geçmiş en büyük kara mizah ustası Selim Uslu (Hasan Yalçın) ise bu konuda şöyle der: “Demişlerdir ki aşk dokunmaktır. Hayır, durmadan sevgililerine dokunabildikleri, bu yüzden zevkten öldükleri için değil; tam tersine dokunamadıkları için. Sevgilisine dokunabilen, onunla yatıp kalkan adama köylü denir. Âşık ise sevgilisine dokunabilme özlemiyle yanıp tutuşur. Köylü fasulyeyi yetiştiren adamdır, âşık ise fasulyenin nasıl bir sebze olduğunu düşünerek ömür tüketir.”

Yılmaz Erdoğan şair olarak tanımladığım biri değildir ama çarpıcı ve konumuza denk düştüğü için bir ifadesini yazmak ihtiyacı hissettim. İlk yazdığı şiirimsi monoloğun sonunu şu sözlerle bağlar:

BEN SENİN BENİ SEVEBİLME İHTİMALİNİ SEVDİM.”

 

 

 

Nadir EYİNNEN

 

31 Temmuz 2007

 

SON  ARZU

 

Siyah uzun saçların beyazlandığı zaman,

Aşkımızın şahidi olan bu yollarda gezin.

Yıllarca seni candan seven bu aşığı an,

Bir sonbahar yaprağı gibi solunca benzin.

 

Köyün mezarlarından geçersen bir gün eğer,

Birkaç dakika durup bak yosunlu taşlara.

Görürsen etrafını otlar bürümüş bir yer,

Ta yanıma yaklaşıp adımı ara.

 

Sonra, bırak göğsüne taktığın beyaz gülü,

Bari kabrinde gülsün bu bahtı siyah ölü.


AŞK  ÜZERİNE – 2

AŞK  ve  İÇGÜDÜ

 

Etrafta ne kadar çok “aşk uzmanı” olduğunu dünkü yazıyı yazana kadar bilmiyordum doğrusu. Telefonumu bilen dostlarımdan telefon açanlar, iletiyle yanıt verenler, kendi aşk deneyimlerini anlatanlar. Bir genç dostum aradı, “Hocam siz yaşlanmışsınız, aşkı yazamazsınız artık” dedi. Kendisi 20 yaşında ya zağar, bugüne kadar bir sürü de deneyimi olmuştur! Ona “eğer Ferhat, ‘Ferhat ile Şirin’ kitabını yazmaya kalksaydı başaramazdı. Ferhat yazsaydı ‘Şirin İçin Çektiğim Acılar’ olurdu adı” dedim. Anlamadı demek istediğimi. Çok deneyimli ya.

Muhabir bir arkadaşım var; “Hocam çok uzatma, ‘Aşk turşu suyudur’ diye yaz geç” dedi. Aslında doğruya yakın bir tanımlamadır bu. Turşu suyu, farklı tattaki sebzelerin çürütülerek yeni bir tat ve hazza ulaşma eylemi sonucu oluşmuyor mu? Aşk da aslında çok farklı duyguların bir karmaşası gibidir. Gel-gitleri vardır, iniş-çıkışları vardır vb.

Neyse kaldığımız yerden devam edelim. Yine Alaaddin Şenel’e göre aşk; “insanın ilkel komünal toplumdaki özgür yaşama duyduğu özlemin adıdır.” Aslında birçok bilim insanı ve anaerkil dönemdeki olgular bu tezi desteklemektedir. Yunan mitolojisinde de buna yakın bir öykü vardır. Yunan mitolojisine göre insan, her iki cinsten eşit pay almış, dört eli, dört ayağı, iki yüzü (erkek-dişi), ikişer cinsel organı (erkek-dişi) bulunan bir obje olarak betimlenir. Baş Tanrı Zeus’u bunları ortadan ikiye bölmesi için kandırırlar. Zeus kılıcını atar ve bu çift cinsiyetli tek bedeni iki karşı cinsiyetli bedenlere ayırır ve birbirinden uzaklaştırır. Böylece, bütün insanlarda öbür yarılarıyla birleşme özlemi doğar ve birbirlerini aramaya başlarlar. Aşk, işte bu arayış ve birleşme özleminin adıdır aslında.

Schopenhauer “Aşkın Metafiziği” adlı denemesinde “Doğuşu bir çiftleşmenin ürünü olan insan, somutlaşmış bir cinsel içgüdüden ibarettir. Yaşamdaki arzularının başında çiftleşme gelmektedir. Istıraptan oluşan bir arzudur bu” der. Aşk, işte bu ıstıraplı arzunun ta kendisidir. Birinci sunudaki “Aşk ve Dokunmak” başlıklı yazımın etki yaratmasının altında, insanlığın bu en eski dürtüsü bulunmaktadır. Aslında ben insanların değinmeye korktukları bilinçaltlarındaki asıl noktaya bir fiske vurup geçmiştim o yazıda. İlgi bu fiskenin doğru noktaya vurulduğunun göstergesi ve derecesidir. Bu, insanın soyunu devam ettirme içgüdüsüdür ve çok doğal bir dürtüdür. Birey, kişisel amaçlar ardında koştuğunu sanırken, aslında türünün amacına koşmaktadır.

İnsanların gruplar halinde yaşadığı ilkel komünal dönemde, toplumsal düzen anaerkildir. Kadın, neslin bakımı ve yetiştirilmesinden, erkek de toplumun barınma, korunma ve beslenme ihtiyaçlarının karşılanmasından sorumludur. Anaerkil dönemi genelde kadın hâkimiyeti dönemi olarak tanımlarlar ki bu çok yanlıştır. Anaerkil dönem tam bir eşitlik ve özgürlük dönemidir. Kadının elindeki erk, bir iktidar aygıtı değil, eşitlikçi ve demokratik bir yürütmedir. Bundan, cinsel hayatın nasibine de elbette ki, ancak geniş özgürlükler düşer. Cinsellikte hiçbir kısıtlamanın ve yasaklamanın olmadığı bir süreçtir bu. Neden? Çünkü özel mülkiyet duygusu henüz gelişmemiş ve kadın toplumsal yaşamın dışına sürülmemiş ve metalaştırılmamıştır henüz. Hiç kimse hiç kimsenin sahibi olmadığı gibi hiç kimse hiç kimsenin de kölesi değildir. Hiç kimse kendi yaşam anlayışını yekdiğerine dayatmamaktadır. Herkes ihtiyacı oranında tüketmekte ve ihtiyaçlarını hiç kimseye bağlı kalmadan karşılama hakkını kullanmaktadır. Bu nedenle o dönemlerde çocuklar baba adıyla değil ana soyuyla tanınmakta ve adlandırılmaktadır.

İlkel dinler ve çok  tanrılı Yunan ve Roma Panteonları (tanrılar topluluğu) temelden farklıdır. Cinsel hayatla toplumsal hayat, birbiriyle iç içe geçmiştir. Dinsel törenler, aynı zamanda cinsel törenlerdir. Din cinsellikte, cinsellik de dinde özümsenmiş ve kurumlaşmıştır. Eski Mısır dini cinsel sembolizmle doludur. Babil ve eski Anadolu dinleri cinselliğiyle ünlüdür. Kimi toplumlarda misafirleri tapınaklarda ağırlama ve onların cinsel ihtiyaçlarına yanıt verme (kutsal fahişelik) her kadına yüklenmiş zorunlulukken,  kimi toplumlarda tapınaklar, aşk öğretmeni rahibelerle doludur. Üzerinde yaşadığımız toprakların geçmişteki hâkimi Lidya Kralı Atys’in aşık olduğu güzel Aryenis tapınakta “kutsal fahişelik” yapmaktadır. Eskiden Alman ve Hollandalı köylüler tarlalarını sürdükten sonra, ürünün bereketli – verimli olması için, kadınlarıyla tarla üzerinde cinsel ilişkide bulunurlardı.

Bu her canlıda olduğu gibi insanın da kendini yeniden üretmesi isteğinin doğal bir sonucuydu ve bu doğallık da bu alandaki sınırsız özgürlüğü de peşinden zorunlu olarak getiriyordu.

İnsanlığın köleci aşamaya geçmesi ile birlikte bu denge kırılır. Kendini üretme içgüdüsü bilinçli bir cinsel eğilime evrilmeye başlar. Köle edilen kadın ve erkekler köle sahiplerinin cinsel metaları haline dönüşürler. İlk feodal devletlerin oluşmasıyla birlikte de kadın toplumsal yaşamın dışına sürülür ve erkeğin hizmetçisi ve seks metası haline getirilir.

Derken, Havva ‘elmayı’ çalar ve Adem’e sunar! Feodal devlete doğru evrimleşmenin ideolojik alt yapısını hazırlar bu hikâye. İlk yasaklar, suç ve ceza, günah ve cehennem gibi kavramlar doğal bir biçimde ardı ardına gelmeye başlar. Birincisi, farklı kabilelerden evlenme yasağı; ikincisi, evlilik dışı ilişki yasağı. Sonrası malum… Çok eşlilikten tek eşliliğe doğru gelişen cinsel evrim tarihi, aynı zamanda kadın-erkek eşitliğinin ve özgürlüklerin yasaklanışının da tarihidir.

Ancak genetik olarak geçen davranış ve bilinçaltına yerleşen bir çok ilkel dürtü (içgüdü, yeme-içme, nefes alıp-verme vb güdüsel eylemler) gibi o dönemin özgürlük ortamı ve cinsel yaşamına karşı insanlık güçlü bir arzu duymaktadır. İşte Schopenhauer’in bahsettiği “ıstıraplı arzu” dediği aşkın kökeninde yatan güdüsel özlemin kaynağı bu özgürlükler ortamıdır. Genel anlamda aşk insanın o özgür ve eşit yaşadığı döneme duyduğu özlemin adıdır diyebiliriz.

Peki evlilik aşkı öldürür mü?

Eh, bunu da yarın ki yazımızda konuşalım.

 

ÖTESİ  SEVDANIN

 

Gözlerin miydi göğün uçları mı mavera[1]

defneler içinde geceleri şeytan ateşleri

öyle sonsuza atılmış bir uydu gibi dalar gider ya

kavmin senin nehirlerde yunusların tükeniş hikayesi

kurumuş iç denizlerin ortasında bu senin kavmin

gök yangın alevler etrafında semah tutan döne döne

gözlerin miydi yangın yerleri mi mavera

Çıplak gözle sayılmış kaç bin yıldız durur gecende

nereye gömülür tapınaklar ve boşaltılmış ev ölüleri

öte çağlara güneş yelkenleri açmış gemiler

gitseler gitseler ne bulurlar ki yıldız mezarlıkları

ve o en meşhur hayalet gök adalarda dolaşmakta

ceren derisi günlükleri seyyahların ve disketler paramparça

gözlerin miydi yıldız tutanakları mı mavera

Nehrin daha ötesi yok demişlerdi gittik geldik

tarım o ilk yurdumuz bizim ve kayalara kazılmış kehanet

şarap frigyadan lidyaya akan ırmaklar boyunca

kumların altından çıkarılır ve ırmaklarda yıkanır aşk

büyü ömrümde büyü kalbimde büyü ufkumda büyü

gönül ey her tanrıçanın bir ağacı var ya

gözlerin miydi sonsuzluğun dalları mı mavera.

                                                    Haldun Çubukçu

 


KATKILARINDAN DOLAYI NADİR BEYE TEŞEKKÜR EDERİZ...

 



 
Toplam 3945 ziyaretçi (8209 klik)



Create Shock Text

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol